17 Eylül 2013 Salı

Biber gazı yaşı kaça indi?

Hatırlar mısınız, Kütahya'da 14 yaş altı Türkiye Futbol Şampiyonası elemelerinde 7 Mayıs'ta oynanan İkitellispor-Bursa Yolspor maçında kavga çıkmıştı. Sahaya inen çevik kuvvet, 13 yaşındaki çocuklara cop ve biber gazıyla müdahale etmişti. Çocuklar hastanelik olmuştu.

İşte o gün ülkemizde biber gazı yaşının 13'e indiğini öğrenmiştik. Hani şu 'tamamen organik' biber gazının... Hani şu 'hiçbir zararı olmayan' biber gazının. Hani şu 3 Mayıs 2007'de İstanbul Taksim'de İbrahim Sevindik'in, 26 Haziran 2008'de Sivas Yıldızeli'nde Ömer Soyutek'in, 31 Mayıs 2011'de Artvin Hopa'da Metin Lokumcu'nun ve 27 Mayıs 2012'de Yalova'da Çayan Birben'in ölümüne yol açan biber gazının... (Not: Henüz otopsi raporu açıklanmadığı ve ölüm sebebi kesin olmadığı için Serdar Kadakal'ı bu listeye almadım.)

13 yaşındaki çocuklara acımadan biber gazı sıkan polisler bugün (17 Eylül 2013) biber gazı yaşını çok daha aşağı çekti...

Balıkesir'de Roman vatandaşların yaşadığı Gümüşçeşme mahallesinde 2 aile arasında kavga çıktı. Kavga büyüyünce 2 aile de evlerinden karşı tarafa pompalı tüfek ve silahla ateş etmeye başladı. Bunun üzerine özel harekat timleri ve çevik kuvvet hemen bölgeye gitti. Polisler aileleri çatışmayı bitirmeye ikna edemedi. Bunun üzerine 'muhteşem' bir çözüm buldular. İçeride kim var kim yok bakmadan, aldırmadan evlere biber gazı attılar.

Gazdan etkilenen sara hastası bir genç kriz geçirdi. Peki polisler ne yaptı? Yanıt veriyorum: Kriz geçiren hastayı kelepçeledi. Neyse ki bir süre sonra hatalarını fark edip kelepçeleri çıkardıktan sonra genci hastaneye gönderdiler.

İşte burada bu yazının ana konusuna geliyoruz. Evlerden birinde henüz daha 1 yaşında bile olmayan bir bebek vardı. Daha ciğerleri yeni gelişen bebek biber gazının etkisiyle şoka girdi...

Şimdi kendinizi o bebeğin annesinin yerine koyun... Ne düşünürsünüz? Ne yaparsınız?



Bu fotoğrafı DHA Balıkesir muhabiri Coşkun Yaman çekti... Polisin ne olacağını düşünmeden, hiçbir orantı gözetmeden biber gazı sıkmasının sonuncunda yaşananın fotoğrafı. Ülkemizde artık birkaç aylık bebeklere bile biber gazı sıkıldığının fotoğrafı...

#Polishuzurunteminatıdır diyenler vardı ya... Bu fotoğrafa baktıktan sonra da aynı şeyi söyleyebilirler mi acaba?

27 Ağustos 2013 Salı

Yeniden çevrim

Gişede iş yapan ya da zamanla kült haline gelen pek çok filmin başına aynı şey gelir. Bir yapımcı ve yönetmen çıkar ve filmi yeniden çekmeye karar verir. Bunun pek çok iyi örneği olduğu gibi zaman zaman felaket derecesinde kötü örneklere de rastlanır. Bunların içinde 'Titanic' gibi bol Oscarlı örnekler de vardır, 'Dünyanın Durduğu Gün' ya da Jessica Alba'nın 'Göz' filmi gibi kötüden de kötü ürünler de.

Yeniden çevrimlerin özelliği hikaye ve karakterler aynı tutulurken senaryonun değişmesidir. Buna en iyi örnek ise 'Evil Dead'dir. Sam Raimi'nin yönettiği 1981 yapımı film klasikler arasına girmişti. Fakat bu yıl (2013) gösterime giren yeniden çevrimi hikayedeki bütün esprileri çıkarıp klasiği sadece kan gölünden oluşan bir film haline getirmişti. Yönetmen Gus Van Sant, Hitchcok'un meşhur 'Sapık' filmini yeniden çevirirken ise neredeyse her sahneyi aynen tekrarlamıştır.

Şimdi "Bu kadar gereksiz bilgiye ne gerek var?" diyeceksiniz. Bir yeniden çevrimle karşı karşıyayız da ondan. Hani "Ben bu filmi seyretmiştim" denir ya, bu filmi hem seyrettik hem de seyretmedik. Aynı hikaye farklı bir versiyonla karşımızda. Kurgu ve oyuncular farklı. İsterseniz önce ilk filmi bir inceleyelim...

Hikayemiz 2003 yılında geçiyor. Amerika Dışişleri Bakanı Colin Powell çıkıp Irak'ta kimyasal silah olduğunu ve bu duruma müsaade etmeyeceklerini açıklar. Nitekim kısa sürede ABD, Irak'a operasyona başlar. Bu arada 1991 Körfez Savaşı'nda "Bir koyup 3 alacağız" diyerek topraklarını Amerikan askerine açıp savaştan en zararlı çıkan ülke olan Türkiye yine akıllanmayarak Amerikan askerinin Türk topraklarını kullanması için tezkere çıkarmaya çalışır. Neyse ki AKP hükümetinin acemilik dönemine gelen tezkere Meclis'ten döner de Türkiye'nin eli kana bulanmamış olur. Yıllarca süren savaş, 66 bini sivil 109 bin Iraklı'nın ölmesi ve Saddam'ın devrilip idam edilmesinden (bu arada milyonlarca varil petrolün ABD'nin eline geçnmesinden) sonra Amerika'nın 'kimyasal silah' dediğinin içi boş 2 kamyon olduğu ortaya çıkar.

Yeniden çevrim ise 2013'te geçiyor. Bu sefer senaryo biraz daha derin ve daha geniş çaplı. Ortadoğu'daki petrolün peşinde olan Amerika bu kez tek bir ülkeye değil tüm bölgeye müdahale etmeye karar verir. Tunus'ta başlayan ayaklanma bir anda 'Arap Baharı' adıyla tüm bölgeye yayılır. Tunus lideri ülkeden kaçar, Libya lideri öldürülür, Mısır lideri hapse atılır. Fakat planlar bir noktada bozulur. Mısır liderinin yerine 'atanan' adam istenen performansı vermez. Aynı tezgah yeniden düzenlenir ve bu kez yeni lider hapse atılıp eski lider serbest bırakılır. Fakar bu plana direnen bir isim vardır. Ülkesinde 2.5 yıldır iç savaş sürmesine rağmen ne gücünden bir şey kaybetmiştir ne de gideceğe benzemektedir.


İşte burada hikayenin yeniden çevrim olduğunu ortaya çıkaran olay yaşanır. Bir anda kimyasal silahlar ortaya çıkar. Başkent yakınlarında çoğu çocuk 1300 kişi kimyasal silahla öldürülür. Hem de Birleşmiş Milletler denetçilerinin ülkede olduğu sırada. Pek çok kişi aslında faili meçhul olan saldırının faili belliymiş gibi yapar. Yeniden savaş baltaları ortaya çıkar. Başta Amerika, arkasında yardakçıları saldırı planları hazırlamaya başlar. Türkiye'de ise yine tezkere talebi yaşanır...

Senaryonun sonu henüz yazılmadı, hikayenin nasıl biteceği henüz meçhul ama kurgu bu...

Bu arada, senaryo demişken buyrun size Financial Times gazetesinde KN Al-Sabah imzasıyla yayınlanmış bir yazı...


İran, Esad'ı destekliyor. Körfez ülkeleri Esad'a, Esad ise Müslüman Kardeşler'e karşı. Müslüman Kardeşler ve Obama, General Sisi karşıtı. Ama Körfez ülkeleri Sisi yanlısı, yani Müslüman Kardeşler'e karşılar. İran ise Hamas yanlısı ancak Hamas, Müslüman Kardeşler'i destekliyor. Obama da Müslüman Kardeşler'i desteklemesine rağmen Hamas, ABD karşıtı. Körfez ülkeleri Amerikan yanlısı. Ne var ki Türkiye, Esad'a karşı Körfez ülkelerinin yanında. Bununla birlikte Türkiye, General Sisi'ye karşı duran Müslüman Kardeşler'in yanında. General Sisi ise Körfez ülkeleri tarafından destekleniyor. Ortadoğu'ya hoşgeldiniz, iyi günler...

Bu senaryodan bırakın filmi 1476 bölümlük pembe dizi çıkar!

7 Ağustos 2013 Çarşamba

Ne iyi ettin de geldin

"O kadar oldu mu sen olalı/O kadar büyüdün mü" der Barış Manço bir şarkısında. Sahiden o kadar oldu mu sen olalı? Daha dün gibi seni ilk kucağıma alışım. Dün gibi seni ilk koklayışım. 1 yıl önce girdin hayatımıza. (Benim için biraz maceralı bir gün olmuştu...) 5 gün sonra doğum günüm olduğu düşünülürse aldığım, alacağım en güzel hediyeydin sen. Yüzüne ilk bakışımı unutamam. Şişmiş ve mosmor bir surat vardı karşımda. Ama benim için dünyanın en güzel bebeğiydin. Hayatımda bu kadar mutlu olduğum başka bir an hatırlamıyorum. Bana bu mutluluğu tattırdığın için teşekkürler kızım.

 Bu fotoğrafı sen daha 20 dakikalıkken çekmiştim. Hala daha sık sık bu fotoğrafı açıp uzun uzun bakarım. Baştan ayağa pembeler içinde buruşuk bir surattan daha fazlası var bu fotoğrafta benim için. Benim için bu fotoğrafta mutluluk var, sevgi var, aşk var... Benim için bu fotoğrafta yaşayabileceğim en güzel duygu; babalık duygusu var.

1 yıl oldu sen hayatımıza gireli. Ne çok şey değişti hayatımızda. Uykusuz geceler, dinlenmeden uyanmalar, bitmeyen yorgunluklar... Bir o kadar da mutluluk, neşe, gülümseme, hatta kahkaha ve sevgi... Sen o güzel gözlerinle, kocaman gülümsemenle, daha konuşamamana rağmen hiç bitmeyen gevezeliklerinle hayatımıza renk getirdin. Hoşgeldin.

1 yılda ne çok şey yaşadık seninle. 3 aylık normal bebekler yerinden kımıldamazken senin kendini kanepeden atmandan mı bahsetmeliyim yoksa daha yürüyemediğin halde neredeyse omzuna gelen çitleri aşıp kendini aşağı bırakmandan mı? Sayende yüksekten düşme konusunda uzmanlaştık kızım, artık bütün semptomları biliyoruz.

İlk banyonu mu anlatmalıyım, yoksa büyüdükçe anne ve babana geliştirdiğin tutkudan mı? Akşam eve geldiğimde peşimi bırakmamana bayılıyorum. Bilgisayar başında karşıma geçip kameradan beni görünce gülümsemene ve el sallamana bitiyorum. Kendi kendine söylediğin ve arka arkaya tekrarladığın "Bababa" hecelerini üzerime alınıyorum. Karşıma geçip kollarını kaldırarak "Beni kucağına al" demek istemeni çok seviyorum. Hepsinden ötesi SENİ ÇOK SEVİYORUM.





İşte bu güzel kız benim kızım, benim hayatım, benim her şeyim. Yanağına öpücük kondurmaya doyamıyorum bu kızın, sarılmaya, sevmeye doyamıyorum.  Ve soruyorum: Kimin böyle güzel kızı var?

Bugün (7 Ağustos) kızım Meriç'in doğum günü. Bu tatlı cadının hayatımıza girişinin birinci yıl dönümü. Ne iyi ettin de geldin kızım, ne iyi ettin.

Ömrün mutlulukla, huzurla, neşeyle dolu olsun kızım. İyi ki doğdun bir tanem. İyi ki geldin. İyi ki varsın.

Seni çok seven
Baban


1 Haziran 2013 Cumartesi

Taksim Direniş Parkı

Muhammed Buazizi adını hatırlayan var mı? Hani ailesini "Bakın halktan yanayız" demek için Türkiye'ye getirmişlerdi. Hatırlayamadınız mı? Durun size yardımcı olayım...

Halktan biriydi Muhammed Buazizi. Sıradan vatandaştı. 8 çocuklu bir ailenin evladıydı. 3 yaşındayken babasını kaybetmişti. Üniversite mezunu olmasına rağmen seyyar tezgahta meyve satarak geçinmeye çalışıyordu. Ne olduysa zabıtalar Muhammed Buazizi'nin seyyar tezgahına el koyunca oldu. 17 Aralık 2010'da protesto için sokak ortasında kendini yaktı. İşte o andan sonra dünya değişti. Tunuslu Muhammed Buazizi yanık yaralarına 2 hafta dayanabildi. 4 Ocak'ta öldü. Ama Muhammed Buazizi'nin ardından 3 ülkede liderler devrildi, pek çok ülkede de büyük reformlar yapıldı.

Muhammed Buazizi'nin kendini yakmasından 1 gün sonra Tunus'ta halk ayaklandı. Her kesimden insan görünürde yaşanan olayı protesto ediyordu. Ama asıl eylem sebebi işsizlik, enflasyon, siyasi yozlaşma ve ifade özgürlüğünün bulunmamasıydı. 23 yıldır ülkeyi yöneten diktatör Zeynel Abidin eylemin birinci ayı dolmadan 14 Ocak'ta ülkeden kaçtı. Yasemin Devrimi denen bu olay Arap Baharı'nın tetikleyicisi oldu.

Yasemin Devrimi'nin özelliği hiçbir siyasi grup tarafından organize edilmemiş olmasıydı. Sosyal medya üzerinden organize olan halk bir araya gelerek devrimi gerçekleştirmişti. Tıpkı Gezi Parkı direnişi gibi...

Taksim İçin Ayağa Kalk Platformu'ndan bir kişi 27 Mayıs gecesi Gezi Parkı'ndaki ağaçların iş makineleriyle söküldüğünü gördü. Önce kendi arkadaşlarına haber verdi. Onlar da olayı sosyal medyadan duyurdu. Bir anda Gezi Parkı'na dolanlar ağaç nöbeti tutmaya başladı. Ertesi sabah polisin gazlı müdahalesi eylemin büyümesini sağladı. Polis gaz attıkça kitle kalabalıklaştı.

Eylem üçüncü gününde Taksim sınırlarını aştı. İstanbul'un diğer ilçelerinin yanı sıra hemen her şehirde Gezi Parkı eylemleri yapılmaya başlandı. Bu eylemler İspanya'ya kadar uzandı.

Kimileri Gezi Parkı'ndaki çadırlar nedeniyle eylemi Tahrir'e benzetiyor. Oysa Mısır'da yaşananların aslında bir halk hareketi olmadığı, ardında dış güçler bulunduğu herkes tarafından biliniyor. İşte bu yüzden Gezi Parkı, Tahrir'e değil Tunus'a benziyor.

İşte burada yazının başındaki Muhammed Buazizi'ye geri dönüyoruz. Muhammed Buazizi, Tunus için neyse Gezi Parkı'ndaki ağaçlar da Türkiye için aynı anlamı taşıyor. İkisi de aslında yalnızca bardağı taşıran son damla!

Gezi Parkı'ndaki eylem sadece ağaçlar için yapılmıyor. Eylemin sebebi; rakamlarda güllük gülistanlık gösterilen ülkedeki hayat pahalılığı. Eylemin sebebi; işsizlik artarken Başbakan'ın hiç yüzü kızarmadan "Her üniversite mezunu iş bulacak diye bir şey yok" demesi. Sebebi; her seçimden sonra demokrasi söylemleri verip sonra "Benim dediğim olacak" diye diretilmesi. Sebebi; medyanın ya yandaşlaştırılarak ya da aba altından sopa gösterilerek susturulması. Sebebi; halkın yaşam alanına, özgürlüklerine müdahale edilmesi. Sebebi; insanların aptal yerine konulması. Sebebi; 'barış' adı altında yapılan pazarlıklar. Sebebi; insanların gözünü içine baka baka yalan söylenmesi ve kapalı kapılar ardında pazarlık yapılması.

Gezi Parkı'ndaki eylemi kimse organize etmedi. Solcusu da orada, sağcısı da. Baş örtülüsü de, en koyu laiği de...

Sivil itaatsizliktir bu eylem. Gümüşsuyu Askeri Hastanesi manevra yapmak isteyen TOMA'nın dönebilmesi için bariyerlerin açılmasını isteyen polisi reddetti. Polis gaz sıkarken asker maske dağıttı. Pek çok perakendeci söz konusu AVM'de mağaza açmayacaklarını açıkladı. Anlayacakları dilden söylersek; genişleme devri bitti, çöküş devri başladı!

İki gün önce Twitter'a "Bugün bir parkta başlar, yarın caddelere taşar, yüzler bin olur, onbin olur, elbet bu devran son bulur " yazmıştım. Dün tüm Türkiye ayaklandı. Gece kimse uyumadı. Bu yazıyı yazdığım sırada saat 06.10. An itibariyle Acıbadem'den yürüyüşe geçen grup Boğaziçi Köprüsü'nü geçti, Mecidiyeköy'e doğru yürüyor. Hedef Taksim. İddia ediyorum yarın pek çok şehirden otobüsle gelenler Taksim'e dolacak. Ve gün gelecek Gezi Parkı'nın adı 'Direniş Parkı' olacak.

6 Mayıs 2013 Pazartesi

Kusursuz cinayet... mi?

'Günahlar Şehri' LasVegas'ta gününü gün ediyordu. Lüks kıyafetlere, striptizcilere, fahişelere, kokaine ve kumara bir servet döküyordu. Fakat 3 günde tüm parası tükenince kiralık Ferrarisiyle lüks bir otele gidip sahte isimle oda kiraladı. Odada silahını çıkarıp ağzına soktuktan sonra tetiği çekti. Geride "Sabrina... Değişemiyorum. Kızgınlığını anlıyorum ama yıllar geçtiktçe öfken yatışacaktır" yazılı bir not bırakmıştı.

Tarihler 19 Eylül 1997'yi gösteriyordu.

Silah sesini duyan görevliler odaya girdiklerinde Marcus Bebb-Jones'u kanlar içinde bulmuştu. Hastaneye kaldırılan Marcus aşırı kan kaybetmesine rağmen kurtarıldı. Kurşun yanağından girip çıkmıştı. Hastanede sorgulanan Marcus, polise "Karım Sabrina ile aramız son zamanlarda iyi değildi. Sabrina evden kaçtı. Las Vegas'ta akrabaları vardı. Belki onların yanındadır diye oğlum Daniel ile buraya geldim. Karımı bulamayınca intihara karar verdim. Ölmeden önce hayatın zevklerini son kez tatmak için tüm paramı harcadım" dedi.

Biz Marcus'u hastanede bırakıp başka bir otele gidelim. Sahte isimle tutulan ve 2 gündür kapısı kilitli olan bir odaya giren otel görevlisi içeride 3 yaşında yarı çıplak bir çocuk buldu. Açlıktan ölmek üzere olan çocuk Daniel'di. Babası oğlunu otel odasına kilitledikten sonra zevk alemine dönmüş ve Daniel'a ne olduğunu hiç düşünmemişti.

Marcus'un ifadesini alan polisler ikilinin hayatını araştırınca ilginç gerçeklerle karşılaştı. Marcus ve Sabrina 1993'te Colorado'da evlenmiş ve aynı yıl Melrose adlı bir oteli işletmeye başlamıştı. 1994'te oğulları Daniel dünyaya geldiğinde mutlu bir çift olarak göze çarpıyorlardı. Fakat Marcus'un otele gelen kadın müşterilerle flört etmesi Sabrina'yı çileden çıkarıyordu. Bu arada otelin kazancı git gide azalıyordu. Zamanla otel zarar etmeye başlayınca Marcus ile Sabrina arasındaki o uyumlu ilişki de yıkılmaya başlamıştı. Artık sık sık kavga ediyorlardı...

Eylül 1997'de Marcus, eşi Sabrina ve oğlu Daniel'ı yanına alıp dağlık alanda kamp yapmaya götürdü. Aynı gece Marcus, oğluyla birlikte eve döndü. Sabrina ise yanlarında değildi. Soranlara Marcus "Karımla tartıştık. O da çekip gitti. Birkaç güne kadar döner" demişti. Günler sonra Sabrina dönmeyince de karısını aramak için Las Vegas'a gitmişti.

Polisler, Marcus'un arabasında kan izleri bulmuştu. Fakat ortada ne bir ceset ne de yaralı olmadığı için soruşturma açılmamıştı.

Ruh hastanesinde tedaviye alınan Marcus, doktorlar intihar etmeyeceğine emin olduktan sonra taburcu edildi. Colorado'ya dönen Marcus, oteli sattıktan sonra Las Vegas'a yerleşti. Burada kumar oynayarak geçiniyor ve bir krupiye ile birlikte yaşıyordu. 2 yıl sonra tekrar Vegas'tan ayrılıp Colorado'ya döndü ve hayatını profesyonel poker oyuncusu olarak sürdürmeye başladı. Gündüzleri internet üzerinden, geceleri ise kumarhanelerde poker oynuyordu. Katıldığı turnuvalardan 5 yılda 250 bin dolar kazandı.

Başarı ve para sayesinde mutluluğa yelken açmışken 2004'te her şey tepetaklak oldu. Colorado'nun dağlık bölgelerinde yürüyüş yapan bir çiftçi yerde kafatası bulunmuştu. Diş kayıtları kafatasının Sabrina Bebb-Jones'a ait olduğunu ortaya çıkardı. Üstelik kafatasında bir de kurşun deliği vardı.

Polisler dosyayı tekrar açtı. Marcus ısrarla karısının kendisini terk ettikten sonra başına ne geldiğini bilmediğini söylüyordu. "Hatta karım beni terk ettiği için intihara kalkıştım" diyordu. Ortada hiçbir delil yoktu. Hatta cinayet silahı bile bulunamamıştı. Polisler Marcus'tan şüpheleniyor fakat hiçbir şey yapamıyordu. Taa ki bir polis, Marcus intihara teşebbüs ettiği zaman kaldırıldığı hastanede doktorun yazdığı raporu dikkatle okuyana kadar.

Daha önce de belirtmiştik; Marcus intihara kalkıştığında kurşun yanağından girip çıkmıştı. Polis, intihar etmek isteyen birinin silahı ağzına soktuktan sonra kendini yanağından vurmasının imkansız olduğunu düşündü. Eğer intihar etmek istese ağzına soktuğu silahı tuttuğu yöne bağlı olarak kurşunun ya ensesinden ya da beyninden çıkması gerekiyordu.

Fakat polisin bu sonuca ulaşması 5 yılını almıştı! 2009'da gözaltına alınan Marcus masum olduğunda ısrar ediyordu. Polisin elinde ise Marcus'un kendini intihar etmiş gibi göstermesinden başka hiç delil yoktu. Bu da cinayeti işlediğini kanıtlamazdı. Sonunda polis 'yıpratma politikasını' uygulamaya karar verdi. Marcus'a "Dava açılana kadar gözaltındasın" denildi.

2 yıl boyunca masum olduğunda direnen Marcus 2011'de pes ederek suçunu itiraf etti. Polise "Karım boşanma davası açmıştı. Oğlumu elimden alacaktı. Ayrıca işlettiğimiz otelin kendi payına düşen hisselerini de alacaktı. Tatile çıkıyoruz diyerek onları dağlık alana götürdüm. Karımı öldürüp vahşi hayvanların yemesi için orada bıraktıktan sonra geri döndüm" dedi.

Marcus'un yargılanması da 2 yıl sürdü. Sonunda cinayetten 16 yıl sonra Marcus 20 yıl hapis cezası aldı. Marcus'un kusursuz cinayet planı yürüyüş yapan bir çiftçi yüzünden altüst olmuş ve kendini demir parmaklıkların ardında bulmuştu.

**********************************

Not-1: Hollywood senaryolarını aratmayacak bu hikayeyi ben uydurmadım. Benim eklediğim bir parça süslemenin dışında hikaye tamamen gerçek. İnternette "Marcus Bebb-Jones" diye arama yaparsanız gerekli bilgilere ulaşabilirsiniz.

**********************************

Not-2: Amerikan polisinin uyguladığı 'yıpratma politikası' size de tanıdık geldi mi?!!

12 Mart 2013 Salı

Bir hikaye, iki versiyon

İki farklı versiyonu var bu hikayenin. Biri satırlara sığmıyor. Diğeri ise tarihin en kısa hikayesi.

Önce uzun versiyonunu anlatacağım sizlere. Kelimelerin yetmeyeceği, sözlerin tükeneceği versiyonu dilim döndükçe, kalemim izin verdikçe anlatacağım...

Çok özel bir kadın var hayatımda. Çok güzel bir kadın. Bakmaya doyamadığım, karşısına geçip saatlerce izlemekten keyif aldığım, bana gülünce dünyamın aydınlandığı bir kadın.

Gözlerine bakmaya doyamıyorum o kadının, sesini duyunca mutlu oluyorum. Beni ben yapan, eksik yanımı tamamlayan kişi o. Sevgisini gözlerinden okuduğum, sarıldığında beni dünyanın en mutlu insanı yapan kadın.

En sıkıntılı zamanlarımda bana destek olan kadın o. Üzüntümü paylaşan, sevincimi benimle birlikte yaşayan kadın.

Ömrümü uğruna adadığım kadın o. Birlikte yaşlanmayı planladığım, huysuz bir ihtiyar olduğumda bile yanımda olmasını isteyeceğim kadın.

Nikah masasına birlikte oturduğum kadın. Bana katlanmayı kabul eden, böylece beni dünyanın en şanslı adamı yapan kadın.

O bana hayatımın en güzel doğum günü hediyesini veren kadın. Doğum günüme 5 gün kala kızımızı dünyaya getiren, beni daha önce hiç bilmediğim bir mutluluğa götüren kadın.

Her türlü kahrımı çeken kadın o. Kimi zaman üzdüğüm, kimi zaman güldürdüğüm kadın.

O kadının yanındayken mutluluğun doruklarına çıkıyorum. Uzaktayken özlemden deliriyorum. Ayrı yerlerdeyken internet üzerinden onu izleyerek uyuduğum, böylece sarılıyormuş gibi hissederek kendimi avuttuğum kadın o.

Hikayenin bu versiyonu daha uzar da uzar. Ama siz ne demek istediğimi anladınız.

Şimdi sıra kısa versiyonunda. Hislerimi en net, en yalın anlatan versiyonunda sıra...

SENİ SEVİYORUM!..

17 Şubat 2013 Pazar

Suçlusun Irmak

Hiç boşa kendini yorma! Karar çoktan verildi! Suçlusun Irmak!

İçinde bulunduğun araç sel sularında dereye düştüğü için suçlusun! Otomobilin kapısı açıldığı için suçlusun! Kardeşin ve annenle sulara sürüklendiğin için suçlusun! Annen kendisi kurtulur, baban kardeşini kurtarırken sen onlardan uzağa sürüklendiğin için suçlusun! Sele kapıldığın için suçlusun! Ve nihayetinde su altında nefes alamadığın için suçlusun!

Konyaaltı Kaymakamlığı bölgeye 8 menfez yaptığı halde boğulduğun için suçlusun! Kaymakamın sözleriyle "Bu olay ihmal değil talihsizlik" olduğu için suçlusun!

Orman Bakanlığı 32 dereyi ıslah ettiği halde sel sularına kapıldığın için suçlusun! Orman Bakanı'nın deyimiyle "Olay CHP'li Büyükşehir Belediyesi sınırları içinde yaşandığı" için suçlusun!

Orman Bakanı Veysel Eroğlu'nun senin ölümünden kendine övünülecek bir şey çıkarıp "Bütün kurumların bizim gibi hassas olması lazım" dediği için suçlu değilsin elbette! Ama insanlar bu cürete sahip olduğu için suçlusun!

Antalya Valisi'nin sözlerine göre tek suçlu sen değilsin! Arabayı kullandığın için baban da suçlu! Vali'nin dediğine göre polislerin uyarısını dinlemediği için baban suçlu! Ama bölgeye gerekli işareti koymadıkları için sen suçlusun Irmak!

Büyükşehir Belediyesi'nin kafasını devekuşu gibi kuma gömüp ses çıkarmayarak olayı örtbas edeceğini sandığın için suçlusun!

Kabul et suçunu Irmak! Öldüğün için sen suçlusun! Devleti zor duruma düşürdün! "İhmal var mı?" sorusuna yol açtın! Devletin birlik ve bütünlüğüne zarar verdin! Yoksa 'anarşik' misin sen Irmak?!!

Ve suçunun cezasını çektin işte! İdamlıksın sen Irmak! 3.5 yaşında hayatını kaybedecek kadar suçlusun! Bu ülkede, bu düzensiz yapıda, herkesin suçu birbirinin üzerine attığı bir yerde dünyaya geldiğin için suçlusun!

Hepimizin canını acıttın Irmak! Rusya'ya meteor düştüğü halde kimse ölmezken, Japonya'da neredeyse her gün büyük deprem olduğu halde kimse hayatını kaybetmezken, bir parça yağmur yüzünden öldüğün için canımızı acıttın!

Suçlusun Irmak! Kabul et! Suçlusun!

31 Ocak 2013 Perşembe

Beterin beteri

Aylin yoldan geçen bir taksiyi elini kaldırarak durdurdu. Bindiği taksinin şoförüne gideceği yeri söyledikten sonra düşüncelere daldı. Hayatın çok kısa olduğunu düşünüyordu. Birkaç dakika önce doktorun muayenehanesinden çıkmıştı. Doktor, Aylin'e o güne kadar aldığı en kötü haberi vermişti. Meme kanseriydi. Önünde sonucu belli olmayan uzun ve zahmetli bir tedavi süreci vardı. Erken teşhis konulmuştu, kurtulma ümidi vardı. Fakat insanoğlu her zaman en kötüsünü düşünüyordu. 23 yaşındaydı. Daha çok gençti. Hep önünde uzun bir hayat olduğunu düşünmüş, düşlerini ertelemişti. Şimdi de tedavi yüzünden hayallerinden uzak kalacak, belki de o hayalleri gerçekleştiremeden ölecekti. Taksi şoförü dikiz aynasından Aylin'e bakarken genç kadın gözünde yaşlarla dışarıyı seyrediyordu.

Taksi şoförü Tuncay bir süre dikiz aynasından Aylin'e bakıp neden ağladığını merak ettikten sonra kendi düşüncelerine daldı. Kullandığı taksinin kredi borcu bitmek bilmiyordu. Kazandığı paranın çoğu krediye gidiyor, ailesine hiçbir şey kalmıyordu. 2 çocuğunu güçlükle okutmaya çalışıyor, bir istekleri olduğunda alamamanın ezikliğini yaşıyordu. Üstelik karısı yine hamileydi. Zaten kıt kanaat geçinirken üçüncü çocuğa nasıl bakacağını bilemiyordu. İçinden "Kurtuluşum ya şans oyunlarında ya da banka soymakta" diye geçiriyordu. Düşüncelerine o kadar gömülmüştü ki yanından geçen ambulansı fark etmedi bile.

Ambulansta bulunan Ayşe gözyaşı içindeydi. Yanındaki sağlık görevlileri oğlu Fikret'i hayatta tutmaya çalışıyordu. 3 yaşındaki Fikret 4. kattaki evlerinde pencerenin yanındaki koltuğun üzerinde oynarken dengesini kaybedip aşağı düşmüştü. Bilinci kapalı, nabzı zayıf olan Fikret ölümle pençeleşiyordu. Ayşe ise oğlu olmadan yaşayamayacağını düşünüyordu. Fikret'in sevimliliği, neşesi, ilk adımları, Ayşe'ye "Anneciğim" diye seslenmesi aklından çıkmıyordu. Ambulans hastanenin 'Acil' kapısının önünde durduğunda hala düşüncelerinden kurtulamamıştı. Sağlık görevlileri sedyeye aldıkları Fikret'i hızla ameliyathaneye götürürken yanlarından geçen hastabakıcı Hasan sigara içmek için hastanenin dışına çıktı.

Hasan sigarasını yakarken aklında hastanede yaşadığı sıkıntılar vardı. Kandisini adeta modern zaman kölesi gibi kullanıyorlardı. 15 saat çalışıyor, haftada 2 gün nöbete kalıyor buna rağmen 3 kuruş maaş alıyordu. Yaşadığı sıkıntılara dayanamaz hale gelmişti. Çekip gitmek istiyor fakat işsiz kalırsa ne yapacağını bilemiyordu. Dünyadaki en şanssız adamın kendisi olduğunu düşünürken yanından geçen Fatih'e dönüp bakmadı bile.

Başı önünde dalgın dalgın yürüyen Fatih nereye gittiğinin farkında bile değildi. 14 ay önce evlendiği karısı boşanma davası açmıştı. Oysa evlenirken beraber mutlu olacaklarını, birlikte yaşlanacaklarını hayal etmişlerdi. Fakat evlilik düşledikleri gibi olmamış, birbirlerinden çok farklı olduklarını anlamışlardı. Evde her akşam kavga eksik olmuyordu. Yine de Fatih, karısından vazgeçmek istemiyordu. Karısını canından çok seviyordu. Bu düşünce aklından geçerken bir köprünün üzerinde olduğunu fark etti. Zaten yaşamanın anlamı kalmamıştı. Hemen köprünün korkuluğunun üzerine çıktı. Çevredekilerin ihbarı üzerine kısa sürede olay yerine polisler geldi. Polislerden biri köprünün korkuluğuna çıkıp uzun süre Fatih ile sohbet ederek onu sonunda intihardan vazgeçirdi. Diğer polisler Fatih'i polis merkezine götürürken intiharı önleyen Koray da dalgın dalgın kendi aracına bindi.


Otomobilini hareket ettirip yola çıkan Koray'ın aklında iş arkadaşı Hüseyin vardı. 3 gün önce bir bankayı soymaya çalışan hırsızlara karşı operasyon düzenlemişlerdi. Bankanın kapısında çatışma çıkmış, kurşunlardan biri Koray'a isabet edecekken Hüseyin atlayıp kendini siper etmişti. Kurşun Hüseyin'in boynundan girip çıkmış, polis olay yerinde hayatını kaybetmişti. Koray, Hüseyin'in ölümünden kendini sorumlu tutuyordu. Daha dikkatli olsaydı, daha iyi siper alsaydı, hırsızların kurşununa kolayca hedef olmasaydı belki de Hüseyin hayatta olacaktı. Bu vicdan azabıyla yaşayamayacağını düşünürken evinin önüne geldi. Aracından inen Koray apartmana girerken üst kattaki komşusunun oğlu Sedat da dışarı çıkıyordu.

Sedat yanından geçtiği Koray'a aldırmadan yoluna devam etti. Aklında okulu vardı. Dersleri çok kötüydü. Ne kadar çalışırsa çalışsın içinden gelmediği için derslerini öğrenemiyor ve sınavlarda zayıf alıyordu. Laftan anlamayan ve çok sert bir adam olan babasının bu durumu öğrenmesinden çok korkuyordu. Eğer babası öğrenirse kendisini dayaktan öldürürdü. Derslerini düzeltmek için ne yapacağını düşünürken yanından geçen minibüsü durdurdu. Minibüste tek kişilik boş yer vardı. Oraya otururken yanındakine dikkat etmedi bile.

Sedat'ın yanında oturan Alihan'ın ise içi içine sığmıyordu. Yıllardır aşık olduğu, hayalini kurduğu Pınar'ı sonunda ikna etmişti. Sevgilisiyle önünde mutlu, huzurlu ve aşk dolu uzun yıllar vardı. Ayakları yere değmiyor, bulutların üzerinde uçuyordu. "İşte hayat şimdi başlıyor" diye düşünüyor, yaşamın tadını çıkarmanın planlarını yapıyordu. Tüm sıkıntılara rağmen hayat çok güzeldi.