31 Aralık 2012 Pazartesi

Evsiz milyoner donarak öldü

Hep sistemi ya da hükümeti eleştirecek değiliz ya, bu kez de 'sıradan' bir haber paylaşalım... Buyrun okuyunca "Kadere bak" diyeceğiniz bir haber...

Amerika'da 1900'lü yılların başında Montana senatörü olan ve o dönem 'madencilik kralı' olarak bilinen William Andrews Clark'ın kızı Huguette Clark 2011'de New York'ta bir hastanede 104 yaşında öldüğü zaman geriye 300 milyon dolarlık (537 milyon TL) bir servet bırakmıştı. Bu servetin 19 milyon dolarlık (34 milyon TL) kısmı ise Huguette Clark'ın uzaktan akrabası olan Timothy Henry Gray (60) adlı kişiye kalmıştı. Fakat avukatlar bir türlü Timothy Henry Gray'e ulaşamadı.


Amerika Wyoming'de çocuklar geçen perşembe günü bir köprünün altında ceset buldu. Aşırı soğuk nedeniyle donan adamın bir evsiz olduğu belirlendi. Evsizin adının da Timothy Henry Gray olduğu tespit edildi. Avukatların bir türlü yerini bulamadığı için 34 milyon liralık serveti teslim edemediği evsiz Timothy Henry Gray sokakta donarak hayatını kaybetmişti.

16 Aralık 2012 Pazar

Eurovision yalanı

Bu ülkenin geleneklerinden biriydi Eurovision. Her yıl elde kağıt kalemle televizyon karşısına geçilir, puan hesabı yapılırdı. Hüsranlar dönemiydi o zamanlar. 'Arkadaş' ile sıfır çektiğimiz, 'Petrol' ile hayal kırıklığına uğradığımız yıllardı. Eurovision heyecanı solarken Şebnem Paker ile heyecanımız geri gelmişti. 1997'deki üçüncülük, iyi müziğin 'komşu faktörü' olmadan da dereceye girebileceğini göstermiş, bizi yeniden umutlandırmıştı.

2002'de Eurovision'da oylama sistemi değişti. Artık o ülkedeki vatandaşların telefonla gönderdiği oylarla puanlama yapılıyordu. Tabii ki bu durum hemen her ülkeye yayılmış Türkler sayesinde bize yaramıştı. Nitekim 2003'te Sertab Erener ile birinciliği elde etmiş, tarih yazmıştık. Türkiye yeniden Eurovision'u keşfetmişti. Ardından ikincilikler, üçüncülükler, dördüncülükler elde etmeye başlamıştık. Gurbetçilerin oyları Türkiye'yi hep zirveye taşıyordu.

Elbette komşu komşunun puanına muhtaçtı. Yine Rumlar ile Yunanistan, İsveç'le Norveç gibi komşular birbirine puan dağıtıyordu. Bu durumdan çok şikayetçiydik. Ama bu şikayetimiz Azerbaycan ile12 puanı karşılıklı birbirimize vermemize engel olmuyordu!

Bu ikiyüzlü tutumumuza rağmen Eurovision'a katılmaya devam ediyorduk. 2011'de puanlama sistemi değişince işler de değişti. Almanya, İngiltere, Fransa, İtalya gibi 'ana ülkeler' bu sistemde oy alamıyordu. Bunun üzerine seyirci oylarını yüzde 50'ye düşürdüler.

Puanlamanın değişmesiyle birlikte Türkiye 2011'de Yüksek Sadakat ile yarı finali geçemedi, 2012'de Can Bonomo ile 7. oldu. Bir anda düşüş yaşamıştık. Hemen bir suçlu bulunmalıydı! Aranan suçlu çabuk bulundu: Puanlama sisteminin değişmesi ve komşuya oy politikası!

Hemen rest çekildi ve "2013'te Eurovision'a katılmayacağız" denildi! Eurovision yönetimi de "Eyvah Türkiye gelmiyor" diye karalar bağladı (!)

Hatırlar mısınız geçen yıl kasedi satmayınca Teoman müziği bırakmıştı. (Bu açıklamadan sonra Teoman'ın konserlerinden oluşan albümün piyasaya çıkması ve çok satanlar arasına girmesi de manidardı!) Çok değil 1 yıl sonra da "Sizi çok özledim" diyerek geri döndüğünü açıklamıştı!

İşte Türkiye'nin Eurovision'dan çekilmesi tıpkı Teoman'ın müziği bırakması gibi 'fasulyeden'! 2013'e katılmazsak 2014'e katılacağız. Tabii bu işin görünen yüzü. "Komşu komşuya puan veriyor bu yüzden katılmıyoruz" açıklaması inandırıcılıktan uzak. Bu çekilmenin gerçek sebebini bulmak için hadi biraz Avrupa'ya bakalım.

Avrupa büyük bir ekonomik krizle yüz yüze. Yunanistan iflasın eşiğinde. Yunanistan'ın 'yavrusu' Rum Kesimi de ona keza. İspanya tarihinin en büyük işsizlik oranıyla boğuşuyor. Portekiz battı batacak. Euro 2012'den umduğunu bulamayan Polonya '5 cent'e muhtaç'. Belçika ekonomisi çöktü çökecek. İşte bu süreçte Portekiz ve Polonya ekonomik kriz nedeniyle Eurovision'a katılmayacağını açıkladı. Yunanistan ve Rum Kesimi de katılmamayı düşündüğünü bildirdi.

Oysa Türkiye öyle mi! Ekonomisi çok iyi giden Türkiye 2012'de % 4 büyüme bekliyordu. Konu komşuya hatta IMF'ye borç verecek hale gelmiştik. Nitekim Libya'da, Suriye'de muhaliflere çanta çanta para taşımıştık. Hem de Libya'da kuryeliği Dışişleri Bakanı yapmıştı.

Maalesef vitrinin arka yüzü ön tarafta gösterilene benzemiyor. Büyümede % 3'ü bulursak kendimizi şanslı sayacağız. Yıllık enflasyon seneler sonra ilk kez çift haneli rakamlara çıkarak % 13.3 oldu. Yine işçi, memur ay sonunu getiremiyor.

Bu durum ülke ekonomisinin bize gösterildiği kadar toz pembe olmadığını kanıtlıyor. İşte bu nedenle ekonomiyi toparlayabilmek için kesintilere ihtiyaç duyuldu. En zararsızı, kimseyi rahatsız etmeyecek olanı da Eurovision'du! Klasik efelenme tarzıyla "Katılmıyoruz" dedik mi iş bitecekti! Nasılsa peşinden "Eurovision zaten gereksiz" diyen bir güruh gelecekti! Konu kapatılmış, para cepte kalmış olacaktı!

Siz hala ülkenin ekonomik durumunu övmeye devam edin, maddi kriz en büyük eğlencelerimizden birini daha elimizden aldı bile! Hadi geçmiş olsun!

4 Aralık 2012 Salı

Bir okulları bile yok


Bu hikayemiz Aydın Nazilli’den. Tarımla geçinen Nazilli’de genç kızların çoğu tarlalarda çalışarak ailelerine yardımcı oluyor. Belki de ‘büyük adam’ olabilecek bu genç kızların eğitimleri tarlalarda son buluyor. İşte bu Nazilli’de kuruldu Doğa Kültür Bayan Beyzbol Takımı. Kuruluş amacı kızların tarlalardan alınması, ufuklarının açılmasıydı.

Beyzbol deyince insan önce bir oturup düşünüyor. ABD dışında pek popülaritesi olmayan, insanların Hollywood filmleri dışında hiçbir fikri olmadığı bir spor dalında takım kurmak herkesin cesaret edebileceği bir şey değil. Fakat beyzbol sanılanın aksine Türkiye’de giderek yayılan bir spor. Hatta federasyonu bile var. (http://www.tbsf.org.tr/incele.php?id=MTI2)

Neyse biz çok dağıldık, konumuza geri dönelim. Takımın kurucusu ve yönetim kurulu başkanı Şenol Babacan’ın hayali kısa sürede gerçek oldu. Tarlada çalışan o kızlar artık ellerinde birer beyzbol sopası yeşil sahada antrenman yapıyordu. Hatta maddi imkansızlıklar nedeniyle antrenmanı beyzbol topu ile değil tenis topuyla yapıyorlardı. Beyzbol yaşları 10-14 arasında değişen bu kızların sevdası olmuştu.

Kendilerine ‘Su Perileri’ adını veren 45 kız ilk kez katıldıkları Türkiye Şampiyonası’nda ikinci olmayı başardı. 2 yıl öncesine kadar tarlada çalışan kızlar artık Türkiye ikincisiydi. Bu turnuva sayesinde kızlar ilk kez 5 yıldızlı otelleri, açık büfe kahvaltıları, büyük şehirleri gördü, ufukları açıldı. Hedefleri değişmişti. Artık iyi birer beyzbolcu olmak, ülkelerini temsil etmek istiyorlardı. (İşte o kızların hikayesi.)

Beyzbol ile genç kızların ufkunun açıldığı Nazilli'de bir de okumak istemesine rağmen eve mahkum olanlar vardı. İlçede down sendromlularının gidebileceği ortaokul ve lise yoktu. Bu nedenle ilkokulu bitiren down sendromlular adeta evde mahsur kalıyordu. İlçedeki 80 çocuk okumak isterken eve mahkum edilmişti.

Kızları tarladan kurtarıp ufuklarını açmak için beyzbol takımı kuran Nazilli down sendromlulara okulu çok görmüştü. Umarım Nazillililer beyzbol takımı için gösterdikleri azmi down sendromlular için de gösterip bir an önce okul yapar.

30 Kasım 2012 Cuma

Unutmamalı

  • Aksırıp tıksırıncaya kadar içiyorlar.
  • TOKİ yanlış yere ev yapmamıştır.
  • Yeterince basın özgürlüğü var.
  • Her üniversite mezunu iş bulacak diye bir kaide yok.
  • Madencilerimiz güzel öldüler.
  • Biber gazımız organik.
  • Birkaç Mehmet şehit oldu diye Meclis toplanmaz.
  • Bisiklet kullanırsanız benzine ihtiyaç olmaz.
  • Terörle mücadele çok iyi gidiyor.
  • Bu yapılanlar zam değil güncelleme.
  • 66 aylık çocukların okula başlamasına PKK yanlıları ve laikçiler karşı çıkıyor.
  • Askerlik yan gelip yatma yeri değildir.
  • Her kürtaj bir Uludere'dir.
  • YGS'de şifre varsa ne olmuş, banka kartlarında da şifre var.
  • Gençlerimiz dindar olmasın da tinerci mi olsun!

Yukarıda yazılan bu cümleler tek başına çok şey ifade ediyor aslında. Fakat hepsi bir arada olduğunda durum daha da vahimleşiyor. Çünkü hepsini topladığınızda bir hükümet ediyor! Hem de Türkiye Cumhuriyeti hükümeti! Yani bizi yönetenler! Liderlerimiz!

Hadi hepimize geçmiş olsun!

18 Kasım 2012 Pazar

Manidar

3 aydır kocasından haber bekliyordu Nuran Ünal. 3 aydır gözleri yaşlıydı. Sonunda beklenen haber geldi. Suriye'de Esad'a bağlı askerlerin elinde esir tutulan kocası gazeteci Cüneyt Ünal, CHP'li bir heyet tarafından kurtarılmıştı. Tüm Türkiye bayram havasına bürünmüştü. Cüneyt evine dönecek, karısına sarılacaktı.

Yanılmışım!
Pardon! 'Tüm Türkiye' derken yanıldım. Cüneyt'in kurtulmasına sevin(e)meyenler de vardı. AKP hükümetinin, Dışişleri Bakanı'nın aylarca uğraşmasına rağmen Cüneyt'i kurtaramaması fakat CHP'nin bu işi başarmasını bir türlü sindiremeyenler vardı. AKP Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik "Cüneyt Ünal'ın CHP'ye verilmesi çok manidar" diyerek aslında hazımsızlığını ortaya koyuyordu.

Bir tuhaf tesadüf
Bu sırada ülkenin cezaevlerinde PKK'lı tutuklular 68 gündür sürdürdükleri açlık grevini İmralı'daki teröristbaşının 'emriyle' dün bitirmişti. Ölümler yaşanmadan açlık grevinin sona ermesi elbette güzeldi. Fakat grevin sona erdiği gün PKK'lıların Hakkari Şemdinli'de kurduğu pusu ile 5 askerimizi şehit etmesi tesadüf müydü! Yoksa birileri "Ölmeyin, öldürün" emri mi vermişti!

Hangisi?
3 aydır esir tutulan bir Türk'ün Türkiye'ye dönmesi mi yoksa açlık grevinin bittiği gün 5 şehit verilmesi mi daha manidar ben karar veremedim!

10 Kasım 2012 Cumartesi

Ne yazmalı!

Çok şey yazmak istiyorum. Çok şey geçiyor aklımdan. Çok şey geçiyor gönlümden. Ama "Hangisini yazayım?" diye düşündüğümde tutulup kalıyorum. 10 Kasım'da Ata'ya özlemimi mi yazmalıyım acaba! Yoksa şuursuz bir nesilin Ata'yı artık özlemediğini ve hatta çamur atmaya çalıştığını mı yazmalıyım! Ya da Taraf, Akit ve Milli Gazete gibi hangi düşünce ile yayın yaptıkları malum olan gazetelerin 10 Kasım'ı hiç görmemelerinden mi bahsetmeliyim!

Atatürk'e özel
En iyisi halkın Ata'sına koşmasından bahsedeyim ben. Dünyada başka hiçbir lidere yapılmayan, halkın gönüllü olarak 1 dakika saygı duruşunda bulunduğu liderden bahsedeyim. Kadıköy'deki 7 kilometrelik insan zincirinden söz edeyim. İzmir'de 2400 kişinin yaptığı Atatürk portresini anlatayım size. Ankara'da Anıtkabir'e koşanları yazayım.

Brunei'de bir Başbakan
Bir de Anıtkabir'e koşmayanları yazayım. Keyfi ziyaret için 10 Kasım'da Brunei Sultanlığı'na gidenleri yazayım ben en iyisi. Türkiye tarihinde ilk kez Başbakansız bir 10 Kasım anma töreni düzenlendiğini yazayım. Başbakan'ın Ata'ya ne kadar saygı gösterdiğini bir kez daha gördüğümüzü mü yazsam acaba!

Siz söyleyin
Ben bilemedim. Siz söyleyin hangisini yazayım!

22 Eylül 2012 Cumartesi

Son Dakika



Hasan dizüstü bilgisayarını kucağına alıp yatağının üzerine oturdu. Arkadaşından duyduğu bir internet sitesini kontrol etmek istiyordu. Sırtını yatağın kenarındaki pencereye dayayıp internet sayfasının adres çubuğuna www.kacdakikankaldi.com yazdı. Kısa bir süre içinde karşısında siyah bir ekran belirdi. Ekranda kırmızı ve büyük puntolarla yazılmış tek bir soru vardı: Gerçekten bilmek istiyor musun? Sorunun hemen altında da “Evet” ve “Hayır” olmak üzere iki buton bulunuyordu. Hasan bir süre düşündükten sonra “Evet” butonunu tıkladı.
     Karşısına pek çok sorunun olduğu bir form sayfası çıktı. Formun üzerinde eğer gerçeği öğrenmek istiyorsa tüm soruları eksiksiz ve doğru olarak cevaplaması gerektiği yazıyordu. Hasan formu doldurmaya başladı.
     Adınız: Hasan Aslan
     Doğum Tarihiniz: 17 Temmuz 1990
     Mesleğiniz: Öğrenci
     Ailenizde kanser, şeker gibi kalıtımsal olabilecek hastalıkları taşıyan var mı?: Yok
     Ailenizde intihar eden var mı?: Yok
     Hiç intihar etmeyi düşündünüz mü?: Hayır
     Ailenizde psikolojik sorunlar yaşayan var mı?: Yok
     Sizin psikolojik sorunlarınız var mı?: Yok
     Stres altında mısınız?:
     Hasan bu soruya gelince 1 hafta sonra başlayacak finalleri düşündü. Son sınıftaydı ve tek bir dersten bile kalsa okulu uzayacaktı. Ya da en azından yaz okuluna gitmek zorunda kalacak ve bütün tatili ziyan olacaktı. Hasan hiç tereddüt etmeden soruya “Evet” cevabını verdi. Sorular devam ediyordu.
     Ailenizle sorunlar yaşıyor musunuz?: Hayır
     Paraşütle atlamak gibi macera sporlarından hoşlanır mısınız?: Hayır
     Sigara içiyor musunuz?: Evet
     Sık sık içki içer misiniz?: Hayır
     Uyuşturucu kullanıyor musunuz?: Hayır
Sık sık yolculuklara çıkar mısınız?:
     Hasan, İstanbul’da okuyordu. Ailesi ise Kütahya’da yaşıyordu. Sevgilisi de Kütahya’daydı. Hasan bu yüzden 2-3 haftada bir Kütahya’ya gidiyordu. Soruya “Evet” diye cevap verdi. Sorular sona ermişti. Hasan formun altındaki onay butonunu tıkladı.
     Karşısına kumarhanelerdeki kol makineleri gibi hızla dönen rakamlardan oluşan bir ekran çıktı. Sekiz haneli rakamın ilki sıfırda durdu. Kısa süre içinde ikincisi de sıfırda durdu. Onu üçüncü ve dördüncü izledi. Beşincisi de sıfırda durunca Hasan pencereye sırtını iyice dayadı. Bilgisayarı açmadan önce küçük bir hesap yapmıştı. Günde 1440 dakika vardı. Geriye ise sadece 3 hane kalmıştı. Bu durumda 1 gün içinde ölecekti. Tüyleri diken diken oldu. Bu sırada altıncı hane de sıfırda durdu. Yedincisi de sıfırda durduğu zaman Hasan iyice korkmaya başladı. Sekizincisi bir süre daha döndü ve ikide durdu.
     Hasan’ın yüzündeki korku ifadesi yerini önce rahatlamaya, sonra da gülümsemeye bıraktı. “Vay canına. Gerçekten korkunçmuş. Kendimi bu kadar kaptırdığıma inanamıyorum. Evin içinde, oturduğum yatağın üzerinde ne olabilir ki!” dedi. Bu sırada sırtını yasladığı pencereden dışarı baksa bu kadar kesin konuşmazdı.
     Hasan’ın bilgisayarındaki iki rakamı bir dönüş daha yapıp yerini bire bırakırken evinden 100 metre ötedeki benzin istasyonuna son model bir BMW 7.40 yanaşıyordu. BMW’nin direksiyonunda ise Kamil Çekik oturuyordu. Çocukluğunda herkes onunla “Çekik Kamil” diye alay ettiği için hiç arkadaşı olmamıştı. Bu yüzden daha o yıllarda ‘büyük adam’ olmayı kafasına koymuştu. Böylece kendisiyle dalga geçenlere “Siz benimle alay ediyordunuz. Ama hiçbiriniz bir bok olamazken Çekik Kamil para içinde yüzüyor” diyebilecekti. Daha küçük bir çocukken bile ‘büyük adam’ olmanın çalışmaktan geçtiğini biliyordu. Bu yüzden kendini derslerine vermişti. İlk ve ortaokul yıllarında yaşıtları top, lise yılarında ise kız peşinde koşarken o kendini derslerine adamıştı. Zaten dış görünüşü kızların ilgisini çekmekten çok uzaktı. Böylece hayal kırıklığı yaşamaktan da uzak durmuş oluyordu. Yıllarca çalışmış, üniversite dahil bütün okulları birincilikle bitirmişti. Üniversiteden sonra bir muhasebe bürosunda işe girmişti. Kısa süre içinde yükselmeyi ve sonunda kendi muhasebe bürosunu açmayı planlıyordu. Fakat evdeki hesap çarşıya uymadı. Yıllarca yerinde sayan Kamil, üç kuruşluk maaşla geçinmeye çalışıyordu. Bu şekilde hayallerine ulaşamayacağını anlayınca müşterilerin hesabından küçük miktarda para tırtıklamaya başladı. Bu işte yıllardır çalışmanın verdiği deneyimle geride hiç iz bırakmıyordu. Bir süre sonra tırtıklamak Kamil’e yetmedi. Müşterilerinin hesaplarındaki parayı günlük repoya yatırıp gelen karı cebe atmaya başladı. Yatırdığı para çok yüksek olduğu için, kazancı da bir hayli iyiydi. Birkaç ay içinde Kamil, İstanbul gece hayatının tanınan simalarından olmuştu. Dağıttığı bahşişler sayesinde gittiği her yerde saygı görüyordu. Yıllarca parayı saplantı haline getirmişti. Şimdi de ona kavuşmuş ve artık tadını çıkarmaya başlamıştı. Fakat parayla birlikte gelen güç, görgüsüzlüğü de beraberinde getirmişti. Şimdi de sırf yanındaki 22 yaşındaki çıtıra hava atmak için gidecekleri yer neredeyse iki adımlık mesafede olmasına rağmen benzin istasyonundaki pompacı çocuğa “Depoyu doldur” demişti.
     Yanındaki 22 yaşındaki çıtır bir sarışın güzeliydi. Adı Asiye’ydi. Soyadını hiç söylememiş, Kamil de sorma gereği duymamıştı. Ne de olsa 1 hafta içinde yerini başkasına bırakacaktı. Yıllarca kızlarla ilgilenmemenin, ilgilendiğinde ise sürekli reddedilmenin acısını çıkarıyordu. İstanbul gecelerinde adı duyulmaya başladığından beri 2-3 haftada bir sevgili değiştiriyordu. Bu da paranın getirdiği bir başka güzellikti.
     Evet, Asiye sarışındı. Ve evet, genel kanı sarışınların aptal olduğuydu. Ama aptal bir sarışın bile iki adımlık mesafe için full depo benzine ihtiyaç olmadığını bilirdi. Kamil’in amacı gözünü kırpmadan para harcayabileceğini göstermekti.
     Kamil ağzında sigarası BMW’den inerken pompacı çocuğa aşağılayan gözlerle bakıyordu. Bu da yeni kazandığı bir huydu. Kendisinden az para kazanan herkes onun için aşağılık kişilerdi. Sırf hakaret etmek amacıyla ağzındaki sigarayı pompacı çocuğun ayağına doğru fırlattı. Sonra da yakıtın fiyatını ödemek için benzin istasyonunun mağaza bölümüne girdi.
     Pompacı çocuk Şakir, Kamil gibilerden nefret ediyordu. Şakir’e göre hepsi görgüsüz pezevengin tekiydi. Şakir, mağazanın içine bakar ve Kamil’e içinden bildiği bütün küfürleri ederken BMW’nin deposu doldu. Fakat Şakir durumu ancak taşan benzin pantolonuna doğru fışkırınca fark etti. Ama çok geç kalmıştı. Ayağının dibindeki halen sönmemiş sigaranın üzerine düşen benzin bir anda alev aldı. Alevler benzini takip ederek hızla BMW’nin deposuna ulaştı. BMW büyük bir gürültüyle havaya uçtu. Patlamanın etkisiyle benzin istasyonundaki bütün pompalar birer birer infilak etti.
     Ertesi gün gazeteler korkunç faciadan bahsederken 6 kişinin öldüğünü yazıyordu: İstanbul gecelerinin tanınmış ismi Kamil Çekik, sevgilisi Asiye (soyadını kimse bilmiyordu), 2 pompacı çocuk (Şakir, BMW patladığı anda küle dönmüştü), benzin istasyonunun mağazasında kasiyerlik yapan kız ve istasyonun muhasebe işlerine bakan Fikret Gündüz.
     Ama bütün gazeteler yanılıyordu. Patlamanın etkisiyle Hasan’ın odasındaki pencere tuzla buz olmuştu. Pencere içeriye doğru patlarken büyükçe bir cam parçası Hasan’ın ensesinden girmiş, bütün gırtlağını parçalayarak boynun yüzde 95’ini kesip yoluna devam etmiş ve ön taraftan çıkmıştı. Anında ölen Hasan’ın kafası küçük bir deri parçasının tuttuğu sol tarafına doğru yatmış, zamanla deri parçası kafanın ağırlığını taşıyamamış ve yırtılmıştı. Hasan’ın kafası yerde iki tur attıktan sonra boynunun üzerinde durmuştu. Yüzünde halen bilgisayar ekranına bakarkenki gülümseyen ifade vardı.
     Hasan’ın cesedini memleketinden dönen ev arkadaşı 2 gün sonra bulmuştu. Kafası yerde, vücudu ise halen yatağın üzerinde oturur vaziyetteydi. Elektriğe bağlı olduğu için hala açık olan kucağındaki bilgisayarın ekranında ise sadece 00000000 yazıyordu.

2 Eylül 2012 Pazar

Emir Büyük Yerden: "Şehit Haberlerini Yok Sayın"

1999'da Abdullah Öcalan'ın Kenya'da yakalanıp Türkiye'ye getirilmesinin ardından PKK teröründe büyük bir düşüş yaşanmıştı. 1999'da 236 olan şehit sayısı 2000'de 29'a, 2001'de 20'ye düşmüştü. 2002'de ise sadece 7 şehit vermiştik.

Fakat 2002 seçimlerinde Ecevit, Yılmaz, Bahçeli hükümetinin ağır yenilgisi ve AKP'nin galibiyetinin ardından durum tersine dönmüştü. AKP döneminde 2003'te 31, 2004'te 75, 2005'te 105, 2006'da 111, 2007'de 146, 2008'de 171, 2009'da 62, 2010'da 72 şehit verdik. 2011'den itibaren PKK iyice kontrolü ele aldı.

4 Mayıs 2011'de Amasya'da Başbakan'ın konvoyuna bombalı saldırı düzenlendi, 1 polis şehit oldu.

5 Temmuz 2011'de Hakkari Yüksekova'da sivil kıyafetleriyle birliğine giden 2 uzman çavuş arkadan vurularak şehit edildi.

14 Temmuz 2011'de Diyarbakır Silvan'da PKK'nın kurduğu pusuda 13 asker şehit düştü.

24 Temmuz 2011'de Mardin Ömerli'de tayinleri çıkan 3 astsubay, korucuların verdiği veda yemeğinden dönerken şehit edildi.

1 Ağustos 2011'de Van Başkale'de 3 asker şehit edildi.

13 Ağustos 2011'de Şırnak Beytüşşebap'ta 3 asker şehit oldu.

17 Ağustos 2011'de Hakkari Çukurca'da patlayan mayın 1 korucu ve 9 askeri şehit etti.

Bir gün sonra 18 Ağustos'ta Siirt Eruh'ta 2 asker şehit oldu.

28 Ağustos 2011'de Hakkari Şemdinli'de patlayan mayın 3 askerimizi şehit etti.

24 Eylül 2011'de Siirt Pervari'de Belenoluk Karakolu'na düzenlenen saldırıda 5 asker şehit oldu.

18 Ekim 2011'de Bitlis Güroymak'ta uzaktan kumandalı bomba 5 polisi şehit etti.

Ertesi gün 19 Ekim'de Hakkari Çukurca'da 8 ayrı noktaya düzenlenen saldırıda 24 Mehmetçik şehit düştü.

21 Mart 2012'de Şırnak Cudi Dağı'nda çıkan çatışmada 5 polis şehit oldu. 15 yıldır ilk kez polisler, teröristlerle girdiği çatışmada şehit vermişti.

4 Mayıs 2012'de Tunceli Alacık Köyü'ne düzenlenen PKK saldırısında 3 asker şehit oldu.

25 Mayıs 2012'de Kayseri Pınarbaşı Emniyet Müdürlüğü'ne bombalı saldırı düzenlendi, 1 polis şehit oldu.

4 Haziran 2012'de Diyarbakır Lice'de mayına basan 2 asker şehit oldu.

19 Haziran 2012'de Hakkari'de 8, Hatay'da 1 asker şehit edildi.

27 Haziran 2012'de PKK'lı teröristlerin Siirt Eruh'ta askeri araca kurduğu pusuda 4 şehit verdik.

5 Ağustos 2012'de Hakkari Çukurca'da karakola düzenlenen saldırıda 8 asker şehit oldu.

9 Ağustos 2012'de İzmir Foça'da askeri araca düzenlenen bombalı saldırıda 2 şehit verdik.

22 Ağustos 2012'de Hakkari Şemdinli'de patlayan mayın 5 askerimizi şehit etti.

Gaziantep'te bayramımızı zehir eden ve 4'ü çocuk 9 sivili şehit eden bombalı saldırıyı saymıyorum bile!

Peki ben bunları niye yazdım? Başbakan'dan fırça yedim de ondan! Başbakanımız televizyona çıkıp medyayı PKK'nın propogandasını yapmakla suçladı! "Şehit haberlerini görmeyin. Tek sütun bile görmemek lazım. Gazetecilik bununla mı prim yapıyor? Şehitlerimiz üzerinden reyting olmaz" dedi.

Bir anda tereddüte düştüm. Yoksa sıfır terörle teslim aldığım Türkiye'de terör eylemlerine ben mi sebep olmuştum! Oslo'da teröristlerle görüşürken bu durumu haber yapanlara "Şerefsiz" diyen ben miydim! Sonra da "Adamım benim adıma görüştü" diyerek tükürdüğünü yalayan yine ben miydim!

Ne olduğu belli olmayan bir açılım yaratarak PKK'lıları Habur'da karşılayan, çadır mahkemeleri kurup yasaları 'esneterek' hepsini serbest bırakan ben miydim yoksa! Habur'dan girenler otobüsler tepesinde, konvoylar eşliğinde geçit töreni yaparken yüreği kan ağlayan evet bendim. Ama gelen PKK'lıları sonra tek tek yakalayıp içeri atarak açılımı 'kapatan' kesinlikle ben değildim!

Ne terör sürecini ne de görüşmeleri iyi yönetemeyen hükümetin başbakanı ben miydim de bu fırçaya maruz kalıyordum! 10 yılda yaklaşık 800 asker şehit verilmesinin sebebi benim yaptığım haberler miydi, yoksa hükümetin kötü politikası mı! Basına "Şehit haberlerini görmeyin" diyerek aba altından sopa gösterip sansür uygulatarak acaba ne gizlenmeye çalışılıyordu!

Ben işin içinden çıkamadım, ya siz!

31 Ağustos 2012 Cuma

Geldikleri gibi...


Yıl 1918!

Mondros Antlaşması imzalanmış, Türk ordusu lağvedilmişti. Filistin cephesindeki 7. Ordu'nun komutanı da ordusu dağıtıldığı için İstanbul'a dönmek üzere yola çıkmıştı. Komutan, Adana'dan bindiği trenden Haydarpaşa'da inince şu manzarayla karşılaşmıştı: 55 düşman gemisi zafer bayraklarını açarak İstanbul Limanı'na giriyordu. Bu manzara karşısında komutanın ağzından şu kelimeler dökülmüştü: "Geldikleri gibi giderler"!

Mustafa Kemal'in bu sözleri ne kadar ileri görüşlü olduğunun kanıtıydı aslında. Nitekim 4 yıl sonra 30 Ağustos 1922'de düşman toprağımızdan atılmış, geldikleri gibi gitmişlerdi!

Atatürk'ün ileri görüşlülüğüne bir başka kanıt da 'Gençliğe Hitabe'ydi. 1927'de Atatürk, CHP Kurultayı'nda 15-20 Ekim tarihlerinde toplam 36 saat süren Nutuk konuşmasının sonunda gençliğe seslenmiş ve "Cebren ve hile ile aziz vatanın bütün kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şerâitten daha elîm ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hattâ hıyanet içinde bulunabilirler. Hattâ bu iktidar sahipleri şahsî menfaatlerini, müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit edebilirler. Millet, fakr ü zaruret içinde harap ve bîtap düşmüş olabilir" demişti.

Bugün iktidara sahip olanlar Suriye sınırındaki toprakları 'mayınları temizeyecekler' bahanesiyle 44 yıllığına İsrail'e vermeye kalktı! Bugün iktidara sahip olanlar adı 'Türk' olan Telekom'u Araplara, Telsim'i İngilizlere sattı! Bugün iktidara sahip olanlar "Memleketin bütün tersanelerine girilmiş" der gibi Kuşadası Limanı'nı İsraillilere, İzmir Limanı'nı Hong Konglulara sattı!

Bugün iktidara sahip olanlar araç muayene işini Almanlara, Başak Sigorta'yı Fransızlara, Adabank'ı Kuveytlilere, Avea'yı Lübnanlılara, Petkim'i Azerilere, Tekel'in içkisini Amerikalılara, Tekel'in sigarasını Amerika ve İngilizlere, Finansbank'ı Yunan'a, Oyakbank'ı Hollandalılara, Denizbank'ı Belçikalılara, Türkiye Finans Bankası'nı Kuveytlilere, TEB'i Fransızlara, Cbank'ı İsraillilere, MNG Bank'ı Yunan'a, Dışbank'ı Hollandalılara, Şekerbank'ı Kazaklara, Yapı Kredi'nin yarısını İtalyanlara, Turkcell'in yarısını Finliler ve Ruslara, Beymen'in yarısını Amerikalılara, Enerjisan'ın yarısını Avusturyalılara, Garanti Bankası'nın yarısını Amerikalılara, Eczacıbaşı İlaç'ı Çeklere, İzocam'ı Fransızlara, Demir Döküm'ü Almanlara, Döktaş'ı Fransızlara, POAŞ'ı Avusturyalılara sattı!

Bugün iktidara sahip olanlar şahsi menfaatlerini es geçmeyip gemicikler, pırlantacıklar, yumurtacıklar aldı!

Fakat Atatürk'ün asıl ileri görüşlülüğünü 30 Ağustos tarihli Sözcü Gazetesi ortaya koydu! Gazetenin kapağının büyük bölümünü kaplayan manşete "Atatürk bugünleri 89 yıl önce görmüştü" başlığı atılmıştı. Haberin metni de aynen şöyleydi:

"Bir gün, Birinci Cihan Harbi'nden sonra Ortadoğu'da kurulan suni devletin halkları ayaklanacaktır...

O gün geldiğinde, yeni kurduğumuz cumhuriyetimizin yöneticileri, bu halkların değil, emperyalist güçlerin yanında yer alırsa, aynı akıbete kendileri uğrayacaktır...

Ve Kurtuluş Savaşı'nda yedi düvele haddini bildiren Türk halkı, onların da hakkından gelecektir...

(Atatürk'ün 1923 yılında Amerikalı gazeteci Isaac F. Marcosson'la yaptığı röportajdan)"

Metni tekrar okuduğumuzda Atatürk'ün gerçekten bugünleri gördüğünü anlıyoruz. Ortadoğu halkı önce hepimizin özgürlük hareketi zannedip hevesle karşıladığı fakat sonradan gelenin gideni arattığı Arap Baharı sürecine girdi. Tunus'ta gelişmeleri uzaktan izleyen Türkiye, Mısır ve Libya ayaklanmalarında aktif rol üstlendi. Dışişleri Bakanımız isyancıları ziyaret ediyor hatta elden para veriyordu. Görünürde halktan yanaydık. Oysa işin içinde başka hesaplar vardı. Mısır'ın o dönemdeki Devlet Başkanı Mübarek'in adı BOP'un eşbaşkanı adayları arasında geçiyordu. Dolayısıyla Mübarek'in iktidarını kaybetmesi kimin işine yarayacaktı!

Sonunda sıra Suriye'ye gelmişti. Suriye halkı ayaklanırken bir süre önce canciğer kuzu sarması olan iki lider bu kez kanlı bıçaklı olmuştu! Acaba sebep neydi? Esad'ın halkına zulmetmesi miydi? Yoksa bölgenin yeniden dizaynında söz sahibi olma hedefi miydi? Bir başka deyişle 'emperyalist güçlerin yanında mı yer alıyorlardı'!

Ama Atatürk bugünü gördüğü gibi yarını da görmüştü! Bu nedenle "Kurtuluş Savaşı'nda yedi düvele haddini bildiren Türk halkı, onların da hakkından gelecektir" demişti!

Küçücük bir beylikten cihan imparatorluğu yaratan, ordusu, silahı, askeri yokken yurdunu düşmandan kurtaran bu millet küllerinden doğan anka kuşu gibi yeniden ayağa kalkmaya alışıktır!

Ey Türk istikbalinin evlâdı! İşte, bu ahval ve şerâit içinde dahi, vazifen; Türk İstiklâl ve Cumhuriyetini kurtarmaktır! Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur!

18 Ağustos 2012 Cumartesi

Bir Sahtekarlık Dosyası: Twitter'da Takipçi Satın Alanlar ve Toplayanlar-2

Bir önceki yazıda Twitter'da takipçi satın alan veya toplayan sahtekarlardan bahsetmiş, bazı 'ünlü' isimlerin ve siyasetçilerin bu sahtekarlığı yapmaktan çekinmediğini yazmıştım. Yazının sonunda ise "Bu sahtekarlığı yapan öyle isimler var ki ayrı bir yazı konusu olur" demiştim. İşte her biri sizi şaşırtacak o isimler...

Otomatik twit
Önceki yazıyı yazdıktan sonra 80'ler dizisinin 'Gülten'i Ayşe Tolga'nın "Tıklayın 100 takipçi kazanın" diye otomatik twit atması beni hiç şaşırtmadı ( https://twitter.com/AyseTolga/status/236436422423359489 ). Anlaşılan 17 bin takipçi Ayşe Tolga'ya yetmemişti!

Yüzlerce şarkıcı bağlı
Twitter'da takipçi toplayan uygulamalar nedeniyle 1 ayda takip ettiğim 2700 kişiyi silerken karşılaştığım ilginç isimlerden biri de MÜYAP'tı! Yüzlerce şarkıcının bağlı olduğu MÜYAP, Twitter'da para karşılığı takipçi topluyordu!

Efsanenin karısı
Şimdiye kadar yazdığım bir dereceye kadar sıradan sayılabilecek isimler. Şimdi sırada 'bir efsanenin karısı' olmakla ünlenen bir isim var: Yoko Ono! John Lennon'ın karısı olmaktan başka hiçbir özelliği olmayan Yoko Ono'nun takipçi satın alması aslına bakarsanız beni çok şaşırtmadı.

Sahtekar 'prenses'
Fakat bir sonraki isim son derece şaşırtıcı! Takip ettiğim isimleri silerken karşıma kimileri tarafından 'popun prensesi' olarak tanımlanan bir isim çıktı: Britney Spears! Evet, 90'ların sonu ve 2000'lerin başında ortalığı kasıp kavuran Britney Spears da sahtekarlık yapmakta çekinmemişti!

Tek gerçek fenomen
Bundan sonra yazacağım 3 isim ise beni adeta şoka sokan isimlerdi. Beni en çok şaşırtan üçüncü isim Türkiye'nin tek gerçek fenomeniydi. Sadece tek bir twit atmış olmasına rağmen 2.6 milyon takipçisiyle Türkiye'nin Twitter'da en çok takip edilen ismi Cem Yılmaz da takipçi satın alanlardandı! Daha önce yapılmış bir araştırma Cem Yılmaz dahil pek çok ismin fake hesapları topladığını ortaya çıkarmıştı ( http://t.co/pYiosAiS ). Fakat 'yumurta hesap' denilen aktif olmayan hesapları toplamak başka şey, tamamen aktif olan hesapları satın almak bambaşka bir şey!

Born This Way!
Beni en çok şaşırtan ikinci isim 28.5 milyon takipçisiyle dünyada en çok takip edilen kişi! Evet, Lady Gaga da takipçi satın alan sahtekarlardan! Anlaşılan parayı bol keseden dağıtmış ki en çok takip edilen kişi olmuş!

Sen de mi Mr. President!
Bir önceki yazıda AK Vekil ile AK Başkan'ın takipçi satın aldığından, Twitter'da böyle sahtekarlık yapıyorlarsa ülkeyi yönetirken neler yapabileceklerinden bahsetmiştim. Tüm sözlerimi geri alıyorum! Bu sahtekarlığı yapan öyle bir isim var ki tüm siyasetçileri geride bırakır! ABD Başkanı Barack Obama'nın seçim kampanyasını yürüten ekibi tarafından yönetilen resmi Twitter hesabı da takipçi satın alanlardan! Seçim öncesi yapılan sahtekarlıklar seçimden sonra bize nasıl geri döner işte orasını bilemiyorum! Ama takipçi satın alanlar arasında beni en çok şaşırtan isim Obama oldu.

17 Ağustos 2012 Cuma

Bir Sahtekarlık Dosyası: Twitter'da Takipçi Satın Alanlar ve Toplayanlar

Twitter'da hiçbir şey yazmadığı halde binlerce takipçisi olan pek çok hesap karşınıza çıkmıştır. Ben şahsen 93 twitle 17 bin takipçisi olanı bile gördüm. Sanırsın abla twitlerinde nokta atışıyla hedef kitleye ulaşmış. Herkes biliyor ki bu kişiler para karşılığında takipçi satın alıyor. Hatta Twitter'daki pek çok fenomenin başlangıçta bu yöntemi kullandığı biliniyor.

Şifre değiştirmek işe yaramıyor
Ben de Twitter hesabımda yanlış bir uygulamayı kullandığım için bir dönem kendi isteğim dışında bu kişileri takip etmeye başlamıştım. Sürekli şifre değiştirmem işe yaramayınca da bu isimleri deşifre etmeye karar vermiştim.

Sahtekar AK Vekil
Deşifre ettiğim isimler arasında ilginç isimler de vardı. Mesela AKP İzmir Milletvekili Aydın Şengül ( @aydinsengul35 ) para vererek takipçi satın alma sahtekarlığından çekinmemişti. Buna rağmen vekilimizin sadece 3200 takipçisinin olması 'halkın gerçeği gördüğünün' kanıtı!


'Ünlü' oyuncu
Deşifre ettiğim başka bir isim ise 'ünlü' bir oyuncuydu! 'Pars Kiraz Operasyonu' filmindeki tecavüz sahnesiyle 'ünlenen' Duygu Şen ( @duyguen ) tıkır tıkır para ödeyerek takipçi satın alan bir başka isimdi. Buna rağmen 'ünlü' oyuncunun 1100 takipçide kalması da tirajikomik bir durum!

Bir takip 30 takipçi getirdi
Kendi Twitter hesabımdan ( @nickimyokbenim ) her içimden geçeni yazamadığım için 2-3 ay önce çakma bir hesap daha açmıştım. 20 takipçime rahat rahat içimi dökerek twit atıyordum. 16 Temmuz'da Twitter'daki #takipedenitakipederim hesaplarından biri beni takip etmeye başladı. Ne olacağını merak ettiğim için ben de o hesabı takip ettim. Kısa süre sonra başka bir takipçi geldi. Onu da takip edince bir tanesi daha geldi. Günün sonunda takipçi sayım 20'den 50'ye çıkmıştı.

Otomatik uygulamalar
O gün bir deney yapmaya karar verdim. 1 ay boyunca bu yöntemi uygulayıp takipçi toplamaya başlayacaktım. Böylece Twitter sahtekarlarının neler yaptıklarını da gözlemiş olacaktım. İlk birkaç gün sadece #takipedenitakipederim diyenleri takip ettim. Ama takipçi sayım sadece 300 civarlarına çıkmıştı. Ardından otomatik takipçi artıran uygulamaları keşfettim. Bu uygulamalar size takipçi kazandırıyor, karşılığında da size başka hesapları takip ettiriyordu. Uygulamalar size günde 50-100 takipçi getirdiğini öne sürüyordu. Fakat gerçekte bu sayı 20-30'da kalıyordu.

Bu kez de AK Başkan
Bu uygulamaları kullanırken de ilginç isimlere denk geldim. Mesela Bilecik'in AKP'li Belediye Başkanı Selim Yağcı ( @selim_yagci ) da takipçi artırma uygulamalarını kullanan isimlerden biriydi. AK Vekilimiz Aydın Şengül vekil maaşı sayesinde takipçi satın alırken AK Başkanımız Selim Yağcı (maaşı yetmediğinden olacak) bedava uygulamaları kullanmayı tercih etmişti. Bu durumu da orijinal hesabımdan açıkladım. AK Başkanımız ise kendisini deşifre etmemin ardından hesabını korumalı hale getirdi! Bir belediye başkanının halka açık olması gerekirken internet üzerinde kimden neyi sakladığı inanın merak uyandırıyor! Üstelik ben durumu fark ettiğim zaman 3 bin civarında olan takipçi sayısı 1100'e düşmüş.

En çok kullananlar
Ayrıca pek çok futbol takımının taraftar hesapları ile bazı üniversitelerin Twitter hesaplarının da aynı uygulamaları kullandığını gördüm! Bahsetmeden geçmek olmaz; bu uygulamaları en çok kullanalar ise kendilerine Directioner (One Direction fanları) ile Belieber (Justin Bieber fanları) adını veren 12-17 yaş arası çocukluktan çıkamamış gençlerdi.

5 günde 500 kayıp
1 ay boyunca azimle her gün bu uygulamaları kullanarak takipçi artırmaya çalıştım. Sadece kızımın doğumu nedeniyle 5 gün Twitter ile ilgilenmedim. Bu sürede 500 takipçim takibi bıraktı (orijinal hesabımı sadece 450 kişinin takip ettiği düşünülürse sayının büyüklüğü ortaya çıkar). 16 Ağustos'ta 1 ayın sonunda takipçi sayım 2446 iken takip ettiklerim 2746'ya ulaşmıştı. Görünüşte attığım 500 twitle bu sayıya ulaşmıştım. Ama aslında bu takipçiler sahtekarlık yaparak elde edilmiş isimlerdi! Yine de 93 twitle 17 bin takipçiyi bulan ablanın başarısını yakalayamamıştım!

 Elime ne geçti?
"Bu deneyden eline ne geçti?" derseniz AK Başkan ile dalga geçme fırsatı benim için yeterince doyurucu bir yanıt olacaktır. Daha nicelerini yakalamak isterdim ama ya denk gelmediler ya da söz konusu AK Başkan kadar 'uyanık' değiller! :))

Araştırmacı gazetecilik
Ayrıca araştırmacı gazetecilik yaparak elde ettiğim verilerle yazdığım bu yazı da elime geçen bir başka artı nokta oldu.

Edit 1: Bu yazıyı yazdıktan sonra uygulama programlarının benim adıma takibe başladığı 2700 kişiyi tek tek silmeye başladım. Bu sırada uygulama programlarını kullanan ve daha önce gözümden kaçmış öyle isimlere rastladım ki inanamazsınız. Şimdilik bulardan sadece bazılarını yazacağım. O hesaplardan biri Gazi Üniversitesi! Bir üniversitenin takipçi peşinde koşması komik! Bir diğer isim ise 'bio'sunda 'Mustafa Sandal resmi hesabı' yazan bir site! Tabii ne kadar resmi onu tam olarak bilemiyorum. BBC Türkçe ve EuroSport da uygulamalarla takipçi peşinde koşan hesaplar! Artık şahsen bu hesaplardan gelecek haberlerin hiçbirine güvenmeyeceğim! Bir başka isim ise Sibel Can olduğunu öne süren çakma bir hesap. Arkadaş inandırıcı olabilmek için 'bio' kısmına Sibel Can'ın resmi internet sitesinin linkini koymuş!

Geri kalan isimler ise dudak uçuklatacak cinsten. Onları bu yazıda kullanmak ziyan etmek olur. Onlar için başlı başına bir yazı yazacağım. Çok yakında! ;) :))

Edit 2: Sanki ben bu yazıyı yazmamışım gibi orijinal hesabım takipçi satın alan bir başka sahtekarı benim bilgim dışında takip etmeye başlamış. Kendini 'söz yazarı olarak tanıtan Çağrı Aktaş ( ) adlı arkadaş da takipçi satın alan sahtekarlardan!

10 Ağustos 2012 Cuma

Bir Babanın Hikayesi

Bu satırları taze bir baba olarak yazıyorum. Doğal olarak bloğun ilk yazısını da henüz 3 günlük olan kızım hakkında yazacağım. Anneler hakkına birçok site, blog hatta televizyon programı var ama babaların hikayesine hiç rastlamadım bugüne kadar. İşte bir erkeğin baba olma yolculuğu...


Her şey aslında haftalık iznimi alamamla başladı. Normal şartlarda salı günü yapmam gereken haftalık iznim, patronun "Zaten adam eksik, sen niye izin yapıyorsun?" deme riski nedeniyle pazartesi gecesi iptal edilmişti. İşte bu nedenle eve gittiğimde 9 aylık hamile eşime "Ya bu gece ya da yarın sabah doğur da işe gitmeyeyim" dedim. Nereden bileyim eşimin sözümü dinleyeceğini!

Ertesi sabah rutin kontrol için kadın doğum uzmanına gittik. Doktorumuz kontrolunü yaparken eşime dönüp "Senin sancın var" dedi. Yani anlayacağınız doğum başlamıştı ama eşimin haberi yoktu. Eşimi hemen doğumhaneye aldılar.

Her durum için önceden hazırlıkı olan eşim doğum için 2 bavul doldurup acil durumda bazı eşyaları nerede bulacağımı bana sıkı sıkı tembihlemişti. Fakat biz kontroldeyken doğum başladığı için hazırlıksız yakalanmıştık. Eşim doğumhanedeyken ben eve koşturup doğum çantalarını alarak hastaneye döndüm. Doğumhaneye girdiğimde daha 1 saat önce doğumun başladığından haberi olmayan eşimi sancılar içinde kıvranırken gördüm.

(Bu arada bizi hiç tanımamasına ve hiçbir zorunluluğu olmamasına rağmen eşim için sürekli dua eden, hatta eşim tam içmek üzereyken elindeki su şişesini kapıp okuyup üfledikten sonra geri veren Fatma Ebe'ye çok teşekkür ederim.)

Eşim doğumhanede yatarken kontroliçin gelen bir hemşire yanıma yaklaşıp eşimin karnını göstererek "Kimin?" diye sordu. Ben de gururla "Benim" yanıtını verdim. Önce suratıma aptal aptal bakan hemşire "Ben doktoru sormuştum" deyince aptal aptal bakma sırası bana geçmişti.

Kısa süre sonra sancılar sıklaşınca eşimi doğumhaneye aldılar. Tabii 'Kanbersiz düğün olmaz -' misali ben de içeri girdim. Karımın elini tutarken hem doktorumuz hem de ebe beni kibarca dışarı göndermek istediler. Fakat ben de 'sağır taktiği' uyguladım. Onların "Dışarı" sözlerini duymuyormuşum gibi davrandım. Fatma Ebe baktı ki çıkmıyorum "Bari diğer tarafa geç de ayağımızın altından çekil" diyerek beni 'kibarca' kenara attı.

Tabii ben doktor ve ebe ile köşe kapmaca oynarken eşim kıvranmaya başlamıştı. Fırlama olacağı şimdiden ortaya çıkan kızım biz kontrole geldikten 2.5 saat sonra "Artık dünyaya gelmek istiyorum" diyerek hareketlenmişti. Az önce de belirttiğim gibi kızım fırlamalığını gösterdi ve eşimin üçüncü çığlığıyla birlikte saat 13:10'da "Ben de buradayım" diyerek aramıza katıldı.

Gözlerimin önünde bir mucize gerçekleşmişti. Bir bebeğin, kendi bebeğimin dünyaya gelişine şahit olmuştum. Kızımı temizlenmesi için doğumhaneden çıkarırlarken doktor bana da "E hadi sen de çık artık" dedi. Bu kes sözünü dinleyip tıpış tıpış dışarı çıktım.

Bir süre önce "Kimin?" sorusu üzerine karşılıklı aptallaştığımız hemşire bu kez kızımı bana uzattı. O küçük mucizeyi kucağıma aldığımda ayaklarım yerden kesilmişti adeta. Ardından hemşire temizlemek için kızımı götürdü. Giderken benden kızımın kıyafetlerini getirmemi istedi. Ben telaş içinde bavuldan bir şeyler kaparak hemşireye götürdüm. Hemşire elimdekilere bakarak "Bunları mı getirdin?" diye sordu. Bunun üzerine ben de elime baktım.Telaştan sadece zıbın ve eldiven almıştım. "Durun ben takımın kalanlarını da getireyim" diye geri dönerken hemşirenin içinden "Şapşal" dediğnden neredeyse emindim.

Sonunda kızım yıkanmış ve giydirilmiş olarak odamıza getirildi.. Doğumundan 20 dakika sonra bu fotoğrafı çekip internete koydum.


Ve kızım Meriç doğumundan 20 dakika sonra internet şöhreti haline geldi. Fotoğrafı koyduktan sonra tebrik üstüne tebrik alırken ağzım kulaklarımı çoktan geçmişti.

İşte benim babalık yolculuğum böyle başladı. Darısı tüm baba adaylarının başına...